25 Şubat 2019 Pazartesi

YALNIZLIK TEPSİSİ

Koymuştu yine mutfak tezgahının üstüne yalnızlık tepsisini. Öyleydi adı bu tepsinin: Yalnızlık tepsisi. Evde kimse yoksa, yiyeceği ne varsa o tepsinin içine koyar ve yemeğiyle birlikte salona geçerdi. Orada, bir yandan biraz belgesel izler, bir yandan da yemeğini yerdi. Beyni uyuşurdu bir süre bu tören devam ederken. Hatta, bu uyuşukluk bulaşık faslında da devam ederdi. Ne zaman tekrar salona dönse, bir karar vermesi gerekirdi. Biraz daha gündüz işyerinde yaptığı işlere devam mı etse, biraz film mi izlese, kitap mı okusa yoksa gitar mı tıngırdatsa diye bakardı pencereden dışarı. Birini seçip yapardı, hepimiz gibi. Ama evliliği bittiğinden beri, evde çalışmaz olmuştu. Canı çalışmak isterse biraz daha kalıyordu işyerinde. Yalnızlığını başka türlü bastırıyordu artık. Zor geliyordu bazen bu fiziksel yalnızlık ama seviyordu bir yandan da.

O gün, Ege'nin sıradan günlerinden biri değildi. Alışveriş yaparım diye, işyerinin servisinden çarşıya yakın bir yerde inmişti. Her zaman gittiği mandıranın önüne geldi. Durdu birden. İçeri girmekten vazgeçti. Ne yapacağını bilemedi. Ama canı o mandıraya girip, o her zamanki peynirden almak istemiyordu. Rastgele bir yöne doğru yürümeye başladı. Bir süre yürüdü öyle. Sonra ansızın aklına arabasını caddenin üstünde uygun olmayan bir yere park ettiği geldi. Polis park cezası yazıyordu bazen. Arabasına dönmeye karar verdi. Hemen camın üstüne baktı, herhangi bir ceza fişi yoktu. Hoş, artık cezalar eve de gönderilebiliyordu. Devlet, vatandaşından para alabilmek için tüm teknolojiyi kullanıyordu sağolsun! Arabasına bindi ne yapacağını bilmeden yine. Daha güvenli bir yere park edip içinde düşünecekti. Hemen iki dakika ileride deniz kıyısındaki otoparka park etti. Çok az araba vardı burada da. Zaten kışın kimse olmazdı. Ama yaz olsa bu saatte yer bulamayabilirdi. İnsanlar, bir şeyler içmeye deniz kıyısına gelirdi her yerden. Denize baktı bir süre. Sonra arabadan inip deniz kıyısında yürümeye başladı. Deniz kokan bu yürüyüş iyi gelmişti. Rüzgar da yoktu şansına, oturabilirdi bir bankta istese. Öyle de oldu. Yakındaki bakkala gidip şarap almaya karar verdi. Akşam yemeğini şarap ve çerezle geçiştirecekti denize baka baka. Yolun karşısına geçti hızlıca. İçeri girdiğinde, bakkalın da biraz sarhoş olduğunu fark etti. Belki de adamın günahını aldı suratı kırmızı görünüyor diye. Sarhoş olmanın nesi kötüydü gerçi! Ayarını bildiğin sürece sıkıntı yoktu. Zaten son bakkallardı bunlar. "Bırakalım da içsinler. Bu bakkallar da yerini süpermarkete devrettiğinde hepten ruhsuz kasiyerlere kalacağız zaten." diye düşündü. Şarabını ve öteberisini alıp bakkaldan çıktı. Tekrar karşıya geçip deniz kıyısına geldi ve boş bir banka oturdu.

Az ötede balık tutan insanlar vardı. Onlar da demleniyordu ağır ağır. Bazen aklı almıyordu bu balık tutanları. Yağmur, rüzgar veya kış demeden denizin kıyısındalardı her daim. Meditasyon gibiydi belki de. Hiç bir şey düşünmemeyi başarabiliyorlardı balık tutarken. Bir ara balık tutanlardan biriyle göz göze gelip karşılıklı plastik kadehlerini kaldırdılar birbirlerinin sağlığına. Kadeh kaldırdığı adam, tam da İzmir'in akşamları ortaya çıkan siyah poşetli abilerindendi. Mahalle delikanlısı olduğu anlaşılıyordu kılık kıyafetinden. Gündüz çalışırken tek motivasyonu akşamki siyah poşetiydi. Adabıyla bazen yalnız, bazen arkadaşlarıyla demlenir, sonra da uyumak üzere evinin yolunu tutardı bu siyah poşetliler. Kafasını, tekrar denize çevirdi. Uzaklara dalıp gitmeyi seviyordu. Deniz, sonsuzluk hissi yaratıyordu onda. O sonsuzluğun içinde düşüncelere dalıyordu. Şansına rüzgar da yoktu ve rahatça oturabiliyordu. Keyfi yerindeydi ama yine de yalnız olmasa daha iyi olurdu diye düşündü. Alkolün pezevengi muhabbetti onun için. Ama zihninden geçip giden hatıralar vardı o akşam sadece. 

Hava kararmıştı ve tam da şişenin yarısını bitirmişti ki bulunduğu banka biri oturdu. Bir kadın... Aklından düşünceler geçmeye devam ediyordu Ege'nin. Yarıladığına inandığı hayatını düşünüyordu. Ne kadar da büyük değişimler yaşamıştı. Beş sene önce biri ona şu anki konumunda ve kafa yapısında olduğunu söylese herhalde ihtimal vermezdi. Hiç kurtulamayacağını düşündüğü işini bırakmasını, başka bir şehre yerleşmesini, hayal bile edemeyeceği bir yerde çalışmaya başlamasını, kira da olsa güzel evini, birkaç sene önce sahiplendiği oyuncu köpeğini, yıllarca inandığı Tanrıyı terk etmesini düşündü. Bir de hiç bitmeyeceğini düşündüğü evliliğini. Beş sene öncesine göre öyle bir değişimdi ki bu hiç bir şeye körü körüne inanmıyordu artık. Ve hiçbir şeye şaşırmıyordu. Sadece ihtimaller vardı onun için. Her olayın sonucu iyi de olabilirdi, kötü de. Ama şunu da tecrübe etmişti ki hayatın akışında bir denge vardı. Kötü bir şeyler oluyorsa arkasından mutlaka iyi bir şeyler de oluyordu. "Bu saatte burda olduğuna göre sen de yalnız olmalısın." diye düşüncelerini böldü kadın. "Evet, suratımdan yalnızlık akıyor değil mi?" deyip gülümsedi Ege. "Sen en azından yalnızlığının farkındasın. Ya etrafını kalabalık görünce yalnızlığının farkına varmayanlar ne yapsın?" dedi kadın. "Doğru" dedi adam. "Yalnızlıklarımıza içelim o zaman.". Allahtan bakkaldan birkaç tane yedek plastik bardak almıştı. İçtiği şaraptan kadına da ikram etti ve birlikte kadehlerini kaldırdılar: "Şerefe!"

Aralarındaki sohbet bazen koyulaşıyor, bazen de durgunlaşıyordu. Konuşulanları sindiriyordu sanki o arada her ikisi de. Kadın şöyle sordu:
- Hayatta mutlu olmak zorunda mıyız?
- Bence değiliz. Mutluluk da bir tercih. Şartlar ne olursa olsun, mutlu olmak hayata nasıl baktığına bağlı.
- Çok sevdiğin birini kaybettiğinde bile mi öyle?
- Üzülmek normal tabi ki. Ama bunun her zaman olabilecek bir olay olabileceğinin bilincinde olursan, bu senin mutluluğunu engellemez. Mesela ben evliliğimin bitebileceğini hiç düşünmezdim. Sonsuz bir evlilik hayal ederdim. Ama hayatta "kesin" diye bir şey olmadığını öğrendim. Sonra kendimi bütün ihtimallere alıştırdım her durum için. Ondan sonra da sürpriz yaşamadım.
- Gerçekçisin gerçekten ya da biraz varoluşçu.
- Biraz varoluşçu, biraz romantik, biraz ondan, biraz bundan. İnsan olmanın normali bu.

Sonra yine bir sessizlik oldu. İkinci şişeyi almıştı Ege bakkaldan. Vücutlar gevşiyor, zihinlerdeki perdeler aralanıyordu. Ege devam etti konuşmaya:
- Schopenhauer'in çok sevdiğim bir benzetmesi var. Hayatı acı ve can sıkıntısı arasında gidip gelen bir sarkaca benzetir. Fakirsen, zor koşullarda yaşıyorsan acı çekersin ve bu acıdan kurtulmak istersin. Ancak, refah ve zenginliğe sahip olunca da can sıkıntısı başlar. Can sıkıntısından bir sürü saçma sapan şey yapmaya başlarsın.
- Biraz karamsar bir bakış açısı değil mi?
- Karamsar ama çoğunlukla gerçekçi. Ben bu kadar kötümser bakmıyorum hayata ama bu benzetme bana gerçekleri hatırlatıyor her zaman. Sarkacı iki uca savrulmadan dengede tutmaya çalışıyorum. Bazen uçlara savrulsam da ortaya gelmeyi öğrendim artık.
- Hayatın sillesini yedim diyorsun yani! Hahhaaa!
- Yemeden öğrenemezsin kolay kolay.
- Öyle galiba, yiyen iki insan birbirimizi bulmuşuz bu akşam.

Hava soğumaya başlamıştı iyice. Ama yine de tatlı bir mayışma hali vardı üstünde Ege'nin. Göz kapakları ağırlaşıyordu. Kapandı gözleri, yüzüne vurmaya başlamıştı rüzgar. Uçuyordu sanki gökyüzünde. Tüm arkadaşları, görüştüğü akrabaları ve ailesinden çok gördüğü farklı işyerlerinden meslektaşları birer birer sahne aldılar zihnindeki tiyatroda... Sonra sıçrayarak uyandı. Hiç adeti değildi böyle oturarak rahatsız uyumak. Yanındaki kadın gitmişti. Gitmişti diye düşündü ama sonra da hiç varoldu mu acaba o kadın, diye düşündü. Adını, yüzünü ve sesini hatırlamıyordu kadının. Sanki hiç var olmamış gibi. "Hatıralardan ibaret insan. Gerçekten var olmuş veya sadece zihnimde var olmuş fark etmez." diye düşündü. Kendisine o güzel akşamı yaşattığı için teşekkür etti içinden o kadına. Ardından birden aklına köpeği geldi. Burada keyif yaparken hayvan evde aç kalmıştı. Hem üzüldü hem de kızdı bu duruma. Köpeğinin ona ayak bağı mı olduğu yoksa onu hayata bağlayan bir varlık mı olduğu konusunda tam bir karara varamadı. Bu düşüncelerle arabasına bindi. Çakırkeyifti. Eve vardığında köpeğini besledi. Huzur içinde yatağına uzandı. Var olup olmadığından emin olamadığı kadını düşünmeye başladı. İyi ki de gelmişti oraya. Böyle anlar için yaşıyoruz belki de diye düşündü. Göz kapakları tekrar ağırlaştı ve kapandı.









8 Şubat 2019 Cuma

“UZAY YOLU” GERÇEK OLDU: MOTORSUZ “YEŞİL” UÇAKLAR GELİYOR!

Geçtiğimiz günlerde havacılık tarihiyle ilgili, ülke gündeminde pek yer bulamayan büyük bir devrim gerçekleşti. “Uzay Yolu” gibi bilim kurgu yapımlarında gördüğümüz motorsuz hava araçlarına ait ilk prototip uçağın, dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olan ABD’deki MIT (Massachusetts Institute of Technology) mensubu bilim insanları tarafından ilk uçuşu gerçekleştirildi. 


                                                           
21 Kasım 2018’de Nature dergisinde yayımlanan makalede, Steven Barrett  ve ekibi “İyon Sürüşü (Ion Drive)” teknolojisi ile uçurulan ve aşağıdaki resimde görülen prototip uçağın detaylarını paylaştı (Xu, Haofeng, et al, 2018). Uçakta, alıştığımız şekilde kanatların altında, dönen aksamı olan bir motor yok. Sadece iyon sürüşünü gerçekleştiren elektronik devre elemanları mevcut. Buradan MIT spor salonunda gerçekleştirilen ilk uçuşun videosunu izleyebilirsiniz.


Peki “İyon Sürüşü” ne demek? Uçağın kanatlarının altında biri “+”, diğeri ise “-“ yüklü elektrotlar ile yüksek şiddetli bir elektrik alan oluşturuluyor. Sonuçta, parçacıkların oluşturduğu “iyon rüzgarı” ile hava molekülleri hareket ettiriliyor ve bir itme kuvveti sağlanmış oluyor. Gerçekleştirilen ilk uçuşlarda, 5 metre kanat açıklığına sahip 2.45 kg ağırlığındaki uçak, 8-9 saniye boyunca 40-45 m yol alıyor. Uçak, gücünü lityum-polimer bataryalardan sağlıyor. Dolayısıyla, fosil yakıta bağlılık ve karbon salımı ortadan kalkmış oluyor. Bunun yanında, uçak sadece elektronik elemanlardan oluştuğu için tamamen sessiz bir uçuş gerçekleştiriyor. Bu özelliği ile önümüzdeki yıllarda yaygınlaşacak, kargo dağıtımından şehir gözetlemeye kadar birçok uygulamada kullanılacak olan gürültülü dronların da yerine geçmeye aday.
Ancak, %2,56 gibi bir verimliliğe sahip iyon sürüşü teknolojisinde alınacak daha çok yol var. Yolcu ve yük taşıyabilecek iyon sürüşlü uçakları yapmak için daha çok araştırma yapılması gerekiyor. Yalnız şunu da unutmamak gerekir ki Wright kardeşler 1903’te bugün kullandığımız içten yanmalı ve fosil yakıt ile çalışan motorlara sahip uçakları, ilk uçuşlarında sadece 12 saniye boyunca 55 metre öteye uçurabilmişlerdi. Onlar da bugün içinde yüzlerce yolcu taşınan, çift katlı, okyanus ötesi yolculuk yapabilen dev uçakların yapılabileceğini bilmiyorlardı. Bu “yeşil ve sessiz” iyon sürüşü teknolojisi, gelecekte daha verimli ve karbon salmadan uzun mesafeler kat edecek uçakların üretilip kullanılmasını sağlayarak daha yeşil bir dünyanın anahtarını elinde bulunduruyor olabilir.

Fatih GÜLEÇ
Not: Bu yazı 28 Ocak 2019 tarihinde Yeşil Gazete haberi olarak yayımlanmıştır. 

Kaynakça ve İleri Okuma
Xu, Haofeng, et al. "Flight of an aeroplane with solid-state propulsion." Nature 563.7732 (2018): 532. (https://www.nature.com/articles/s41586-018-0707-9  )
Franck Plouraboué,  “Flying with ionic wind”, Nature News and Views, (2018), https://www.nature.com/articles/d41586-018-07411-z