8 Aralık 2014 Pazartesi

Para mı? Güç mü? Mutluluk mu?

Şu ana kadarki tecrübemle hayata bakış açılarına göre üç kategoride insan olduğu sonucuna vardım. Paraya önem verenler, güce önem verenler ve mutluluğa önem verenler.

Para,  hayatımızı idame ettirmek, yani en azından yemek ve barınma ihtiyacımızı karşılamak için  kullanmak zorunda olduğumuz önemli bir araçtır. Buradan hareketle bazı insanlar parayı hayatlarının merkezine koyarlar. Önlerine gelen bütün durumları parasal olarak değerlendirip ona göre karar verirler. Diğer her şey ikinci plandadır.

Güce önem verenler için ise hayat daha çok mevki-makam ve itibar üzerinedir. Çoğu zaman paraya önem veren insan grubuyla kesişirler fakat her zaman aynı grupta değillerdir. Güce önem verenler için makam ve ünvan fiyakalıysa geriye kalan hiç bir şeyin önemi yoktur.

Mutluluğa önem verenler için genelde bir arayış söz konusudur. Makam ve para öncelikli değildir. Çünkü mutluluk varsa gerisi kendiliğinden gelecektir. Ancak bu düşünceye sahip olmak nadir görülen durumlardandır. Çünkü mevcut eğitim sistemi, sosyal ve ekonomik düzende çok para sahibi olmanın veya yüksek makamlarda bulunmanın çok önemli olduğu, çok para sahibi olunursa mutlu olabileceği sürekli beynimize pompalanır. Böylece itibarlı bir mevkimiz ve çok para kazandıran bir işimiz varsa mutlu olmalıyızdır artık. O hayatı sevip sevmememiz önemli değildir. Çünkü herkes gibi "oku - meslek sahibi ol - üre - borçlan - köle gibi çalış- öl" döngüsüne girmeyi başardıysak iş tamamdır.

İnsan, mutluluk merkezli yaşamayı hayatının belli bir döneminde fark edebileceği gibi, anne-babası tarafından "Hayat, mutlu olmak içindir" bakış açısıyla yetiştirilen insanlar da vardır. Ancak insanların çoğu para-güç ekseninde şartlandırılıp sorgulamadan yaşadıkları için neden dünyaya geldiklerini düşünmeden ölürler. "Cahillik mutluluktur" sözünün eyleme geçmiş hali gibidirler. En güzeli de belki budur. Her şeyi bildiğini düşünerek bu dünyadan geçip gitmek.

17 Haziran 2014 Salı

DÜŞÜN-ME!

İçinde bulunduğum süreç bana o kadar çok şey öğretti ki..Ve hala öğretmeye devam ediyor. Tabi benim şansım biraz günlük koşuşturmanın uzağında kendimle baş başa kalabilmek ve biraz da kafam dingin bir şekilde okumak.

Kitaplardan öğrenilen bilgiler faydalı ve güzel ancak tecrübe edilerek öğrenilenler çok daha farklı ve kalıcı. Kendimi dinlediğimde keşfettiğim en büyük şey ise TEFEKKÜR oldu. Özellikle bir sorunu çözme veya hayat hakkında düşünürken sessiz sedasız düşüncelere dalmak beynimde yeni ufukların açılmasını sağladı. Tabi bu yöntemi uyguladığım halde fark etmemi sağlayan ise bir kitap oldu.

prozaci-birak-platona-bak-lou-marinoff

Bu kitabı, tam da ben hayatımla ilgili önemli bir karar verme aşamasındayken sevdiğim bir abim tavsiye etmişti. Gönlümden geçen kararı almamı engeller veya öteler diye özellikle almadım bu kitabı bir süre. Zaten felsefeye de oldum olası ilgi duymamışımdır. Kararımı verip uygulamaya geçtikten sonra alıp okumaya karar verdim. Okudukça düşündüm. Hap gibi yutulacak bilgece tavsiyeler bekliyordum oysa. Düşündükçe insanoğlunu diğer varlıklardan çok daha üstün kılan düşünme eyleminin kıymetini anladım. Bir şeylerin üzerinde kafa yordukça beklediğim aydınlanmayı sağladığımı gördüm. Düşünmemizi engelleyen şeyleri de düşündüm: Televizyon, bilgisayar, video oyunları gibi. Bizi tembelliğe sürükleyip düşünmemizi istemeyen düzene lanet okudum. En büyük cevherin insanın kendi içinde olduğunu bize unutturan düzenin parçalarıyız hepimiz. Halbuki birazcık düşünsek..Ama neyse izlediğimiz dizinin son bölümünü kaçırmamak daha cazip çünkü çok kolay ve tembelce. O halde hep birlikte okumayalım, düşünmeyelim ve sorunlarımızdan kurtulmak için ilaç içelim!

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Kapitalizmin Çöktüğü Yer : SOMA

Resmi rakamlara göre yaklaşık 300, resmi olmayan rakamlara göre ise çok daha fazla insanı kaybettik Soma'da. Hani şu ilkokulda kömür çıkartılan başlıca yerlerden olan Manisa ilçesi. Bu olay, kaza veya kader mi? Tabi ki hayır. İhmaller zincirinin son halkası.. Buz dağının görünen yüzü..Neoliberal kapitalist sistemin tıkandığı nokta...

Gelişmiş ülkelerde böyle olaylar olduğunda ne kadar iyi niyetli olursa olsun, ne kadar olumlu şeyler de yapsa devleti temsil eden en üst makamdaki sorumlu kişiler istifa ederler. Türkiye gibi bir ülkede ise sorumlular halkıyla dalga geçerek, kader, takdir-i ilahi gibi şeylere sığınıp dalgalarına bakmaya devam ederler. Halk üzerinde yandaş medyasıyla birlikte algı operasyonları yaparak topu başkalarına atarlar. Bizde ise halkın acısının olduğunu unutarak yarın yine kendine oy verecek insanlara sinirlenip bizzat şamarı çarparlar. Başbakanımız için ayrı bir parantez açmak lazım. Halkın gözünün içine baka baka dalga geçmek, muhalefet bas bas bağırdığında (kedi olalı bir fare tutmuşlar ama iktidar görmemiş) kendileri prim yapamayacağı için söylenenleri görmezden gelmek, tepki gösteren halka tokat atmak ve daha sonra da sorumlulara kol kanat gererek kimseyi yedirtmemek. Şunları demokrasi lafının geçtiği bir ülkede söyleseniz herhalde halk isyanı çıkabilirdi. En azından iki bakanın istifasını isteyerek yüreklere su serpmesi beklenen başbakan hiç bir şey yokmuş gibi yönetmeye devam etti. 

İktidarı ve belki de şirketleri sorgularken aslında sorunun kökeninin sistemin yamukluğu olduğu gün gibi ortada. Devlet zarar ediyor diye madenler özel sektöre devredilirse, uygun mevzuat oluşturulmazsa, bağımsız bir şekilde denetlenmezse, sendikalar işçi-işveren arasındaki dilsiz koordinatörler haline getirilirse; kısacası patronları ürkütmeden para kazanmaya çalışılırsa zaten "emek" kavramı yok sayılıyor demektir. Artık şunu anlamamız lazım: Gerçek demokrasi ancak hakkını arayabilen bir toplum olmaktan geçer. Bunun için de her alanda mutlaka örgütlenme ve sendikalaşma olması gereklidir. Devlet sendikaları koruyan, denetlemenin bağımsız olmasını sağlayan yasalar çıkartmalıdır. Herkese bu vatan topraklarında kazanılan ekmeği eşit bölüştürmeye çalışmalıdır. Ancak o zaman insanlar hakkını aradıkça yöneticiler halkını "böcek" gibi göremeyecek ve gerçek demokrasiden bahsedilmeye başlanacaktır. Yoksa daha çok Soma faciası yaşarız ve hakkını alamayacağını bilse de aç kalmamak için o cehennem çukuruna girmeyi göze alan insanları arkalarından izleriz.

6 Mayıs 2014 Salı

Yeşermeyi Bekleyen Tohumlar

Arada bir kendimize ıssızlığı sağladığımız anlarda nefes alarak, az ışık gelen derin okyanus sularının derinlerinde yüzmek gibi geçiyor hayatımız. Ve bu hayatta, farkında olmadığımız koşuşturmanın içerisinde, bizi ensemizden tutup yüzeye çıkartan Mustafa Kemal ve Deniz Gezmiş gibi insanlar var. Kendimize gelip içimizi umutla doldurmamızı sağlayan insanlar.

Ömrümüzün, üzerinde yaşadığımız dünya ile  karşılaştırıldığında, sabun köpüğünün ömrü kadar olduğunu unutarak bitmek bilmeyen bir koşuşturma ve yarış içerisindeyiz. Öyle bir yarış ki düzenin dayattıklarını yapmaya çalışırken yaşamımızı tüketebiliyoruz. İşte hayatın daha hızlı akmaya başladığı, teknoloji ve sanayinin geliştiği ve daha da kalabalıklaştığımız bir yüzyılda 68 kuşağı çıktı ortaya. Amaçları daha yaşanabilir bir dünya yaratmaktı ve bunun için en uygun düzenin sosyalizm olduğunu düşünüyorlardı. O kadar masum ve haklıydı ki hareketleri, halkların ölü toprağını kaldırmalarından korktu iktidarlar. Aynı zamanda örgütlüydüler çünkü heyecanlıydılar. Dünyayı değiştirebileceklerine, herkesin eşit şartlarda yaşayabileceği bir düzenin kurulabileceğine inanıyorlardı. Doğudan batıya olan göçün simgesi olan İstanbul'a boğaz köprüsü yapılmasını reddedip Zap Suyu'na köprü yaptılar. Zaten bu olay da 68 kuşağı hareketinin en büyük anıtıdır. 

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan... Bazılarımızın bildiği, bazılarımızın hiç duymadığı gençken asılan üç fidan...Yola çıkarken ölebileceklerini biliyorlardı. Ancak amaçları devrim ateşinin gelecek nesillerde sönmemesini sağlamak,onlara örnek olmak ve istendiğinde değişimin olabileceğini göstermekti. Bu davada beklendiği gibi iktidar bir şekilde canlarını aldı fakat bu ateşin tohumları tüm vatan toprağına serpildi. Cahillikten beslenen iktidarlara karşı eğitimli ve bilinçli bir toplum ile adil bir düzenin sağlanabileceğinin kanıtı olarak içimizdeler. Bu tohumları yeşertmek ise bizim elimizde!

7 Nisan 2014 Pazartesi

BURUN FARKI


Güç sahibi olmayanlar bir yarışı asla burun farkıyla kazanamazlar. Güçlü olanı alt etmek istiyorsan kesin bir farkın olmalı ki tartışmaya yer olmasın. Yoksa güçsüzün başı eziliverir.

27 Mart 2014 Perşembe

ROBOTLAR YÖNETSİN BİZİ!


İnsan, varolduğundan beri veya topluluklar halinde yaşamaya başladığından beri içinden birilerini yönetici yapmış ve onun güdümünde yaşamıştır. Bu durum, 50 kişilik koloni için de geçerli 100 milyonluk ülke için de. Birileri yönetecek, birileri de yönetilecek. MFÖ'nün dediği gibi "Mecburen!"

Küçük topluluklar halindeyken yöneticiyi seçmek daha kolaydı. İsteyenler öne çıkıyor ve artık o dönemin seçilme yöntemi neyse ona göre yarışıyorlardı. Şimdi yine birileri tarafından yönetilmemiz lazım ki bu kadar kalabalık bir toplum devlet mekanizmasını işletebilsin. Ancak bu kadar kalabalık olunca işler daha da zorlaşıyor. İnsan karakteri işin içine girdiği için karmakarışık, saçmasapan bir hale dönüşüyor seçme işi. Günümüz Türkiye'sine uyarlarsak CHP'si, AKP'si, MHP'si! İktidarın en büyük adayları! İçindeki insanları tanımıyoruz bile. İçlerindeki büyük çoğunluk daha güçlü olabilmek, daha fazla para kazanmak ve daha iyi bir statüye sahip olmak için bu partilerin içindeler. Zannetmeyelim ki diğer partiler iktidara gelince yolsuzluklar olmayacak. Yine olacak ancak halkın denetlemesi muhalefete bağlı. Muhalefet ne kadar güçlüyse o kadar kontrol altındadır iktidar. Tabi muhalefet de halk için idealist duygularla yapmaz bu işi. Bir gün kendisinin de iktidar olması için yapar. Yapar ki halka daha şirin görünsün. Bu kadar kalabalık bir toplumda yaşarken ve insanların bin yıllar boyunca değişmeyen içgüdüleri karakterlerine yansımışken birilerine tam yetki vermemeliyiz. Verirsek işte sonucu AKP gibi olur! Hitler gibi olur! Veya az önce haberlerde duyduğum Kuzey Kore'deki gibi olur (Kuzey Kore lideri ülkedeki tüm erkeklerin saç traşının kendisi gibi olmasını zorunlu kılmış da:)!

Yani yapmamız gereken her zaman için düşüncemizi yansıtmasa da muhalefeti güçlü tutmaktır. Hoş onda bile bazen aldanıyoruz. Öyle numaralar yapıyorlar ki kuzu kuzu istedikleri yoldan gidiyoruz farkında olmadan! İnsan karakteri böyle rekabetçi, fitne fesat dolu olduğu sürece insanların yönetmesi bile çözüm gibi gelmiyor bazen! En güzeli robotlar yönetsin bizi!

17 Mart 2014 Pazartesi

İKTİDAR

    Halk duygularıyla hareket eder; yöneticiler ise mantıklarıyla. Yönetici için sadece güç sahibi olmaktır önemli olan. Yoksa bizim bakış açımızla düşündüğümüz gibi "Benim ideolijim bu ve buna göre hareket etmeliyim" gibi bir düşünce yoktur yöneticinin kafasında. Daha birkaç gün önce iktidar partisinin İzmir Belediye Başkanı adayı "Hem muhalifim hem Atatürkçüyüm" demişti. O bir şekilde başa gelsin de.. Gerisi önemli değil. İzmir komünist olsa "Karl Marx hayranıyım" diye demeç verirler. Bu yüzdendir zaten sağ partidekilerin bazılarının dinden haberinin olmaması veya sol partidekilerin ise emeğin öneminden.

   İktidar olmak ve iktidarda kalmaktır önemli olan. Bunun için sorun çıkartan kısmı söküp bölünmeyi bile göze alır iktidar sahipleri. Herkesten destek alamayacağı belliyse ne diye kendi tabanından olmayana yaranmaya çalışsın ki? Daha da kışkırtır ve inceldiği yerden kopartır. İnce ince işler beyinlere: Alevi mi sünni mi? Laik mi müslüman mı? Muhafazakar mı muhalif mi? Solcu mu sağcı mı?

    Halk için önemli olan her zaman için muhalefeti güçlü tutmaktır. Halkın tamamı veya ezici çoğunluğu bir parti veya görüşe destek verirse bunun sonucunun faşizm ve totaliter rejimler olduğu tarih boyunca görülmüştür. Eğer iktidarlar gücü tamamen elinde hissederse yapabileceklerinin sınırı yoktur. Bu yüzden halk hiçbir zaman kendi görüşüne paralel olsa da körü körüne iktidara bağlanıp inanmamalı ve sorgulamalıdır. Bir ülkede muhalefet ne kadar güçlü olursa demokrasi de o kadar sağlam olur. Ama bu kadar kalabalık ve bu kadar okumayan bir millet olduğumuz sürece birileri hep ezecek ve birileri de ezilecektir. İnsan doğasının gereği budur. Yoksa teoride mükemmel olan ancak gerçek hayatta monarşiden farkı kalmayan sosyalizm ve komünizm gibi rejimleri tüm dünya başarıyla uygulayabilirdi. 

ÖLÜM



   Öyle zamanlarda gelir ki ölüm..Tam da hayatın derinliklerinde kafamızı kaldırmadan debelenmekteyizdir. Haber gelir ve kafamıza "BAAM!" diye vurur. Sonra birden sessizlik.. Hiç bir şey yapamazsın ağlamak dışında. Bu da ne kadar sulu göz olduğuna bağlıdır. Ama ağlamak en iyisidir. Artık gözyaşın da kalmayınca düşünmeye ve idrak etmeye başlarsın. En acısı da bundan sonrasıdır. Kabullenmezsen ölümü yaşayamayacaksındır çünkü. Eski koşuşturmana geri dönemeyeceksindir. Bu yüzden kabul edersin ve sonra normal bir şeymiş gibi bahsetmeye başlarsın. Aslında öyledir ama anlamak istemezsin acın dinmeden. Yine de gidene değil ama kalana zor gelir ölüm.

   Bugün aslında bildiğimiz ama kabullenemediğimiz bir ölüm gerçekleşti. Küçük bir çocuğun masum hikayesi tam da hayat yeni başlamışken, polis tarafından sona erdirildi. 269 gün direndi ama olmadı. Olamazdı da zaten çünkü kötüler kazanırdı bu dünyada hep. Ekmek almak için sokağa çıktı ve bir daha dönemedi evine..


   Ölümün götürdüklerini en fazla ailesi yaşayacak elbette. Ama halk olarak bizler de bir daha Berkin'ler ölmesin diye elimizden geleni yapmalıyız. Yapmazsak eğer, bu kara düzen masumları yutar tek tek hem de hiç acımadan. 

27 Ocak 2014 Pazartesi

1 Liralık Mutluluk

Tüm öğrenim hayatımız boyunca bir kalıba sokmaya çalışırlar bizi. Öyle bir kalıp ki üniversite okusak da doktora yapsak da içinden çıkılamayacak bir kalıp. Sonra da bizden iş hayatında hayal gücümüzü kullanmamızı isterler. Kusura bakmayın bende pek kalmadı!
Dün "3 Idiots" adlı filmi izledim. Mükemmel bir Bollywood filmi. Filmde birincisi ailenin zoruyla, ikincisi ailesi fakir olduğu için bundan başka çıkış yolu görmeyerek, üçüncüsü (sıradışı olan) ise filmin sonunda anlayacağımız başka bir sebepten mühendislik fakültesine gidiyor. Çizilen üniversite tanımı bizdeki liseden beter! Ezberle ve mezun ol!


Film boyunca sıradışı olan karakter diğerlerine ve hatta dekana bile farklı bir kapı açıyor ve herkesin hayata farklı bakmasını sağlıyor. Sonunda herkes yapması gerekeni yapıyor. Aslında içindekini ortaya çıkartıyor. Tabi ki gerçek hayat her zaman sonu mutluluk ve zenginlikle biten maceralarla dolu değil. Ancak bu hayatta mutsuz olacağın bir rolü oynamaktan daha kötü bir şey olacağını düşünemiyorum. Toplumun veya ailenin sana dayattığı bir eş ve bir iş! Bunu kabul eden milyonlarca insanla dolu etrafımız!
Aslında kendimizi de böyle davranmak zorunda hissediyoruz. Çitlerden dışarı çıkmamak için bütün söylenenlere uyarak kapitalist düzenin dayattıklarını uyguluyoruz. Oku, mezun ol, evlen, çocuk yap ve en önemlisi ihtiyacın olmasa da bol bol tüket! Sonunda mutsuzluktan kırılan bir dünya toplumu ve onları mutlu etme bahanesiyle ceplerindeki paraya göz diken tüketim endüstrisi yani küresel sırtlanlar..Sürekli bizi mutsuz olduğumuza inandırıp mutluluk satan şirketler! 
Bunlara göz yummak yerine bizi mutlu edeni seçmeliyiz. 1 liralık mutluluğu 10 liralık mutsuzluğa tercih etmeliyiz. Önemli olan bizim nasıl mutlu olacağımız, onların nasıl mutlu edeceği değil!